Eski Persçe'nin çözümü için gerekli olan yeterli sayıdaki yazıtı Carsten Niebuhr biraraya getirmiştir. 1765'te Persepolis'e gidip üç hafta kalarak aldığı net ve doğru kopyalar, daha sonra çözümde büyük rol oynadı. Bir kısmının ilk defa yayınlandığı metinlere dayanarak Niebuhr, ilk olarak yazıtların üç farklı versiyon içerdiğini söylemiştir. Niebuhr'un kopyalarını ilk kullanan Doğu Bilimcisi Olav Gerhard Tychsen, şimdi bizim Eski Persçe'de kullanıldığını bildiğimiz bir yatay çivinin kelime ayracı olarak kullanıldığını ve yazı sisteminin üç ayrı dil içerdiğini farketti. 1802 yılında Friedrich Münter, üç dilli yazıtların Ahamenid krallarına ait olduğunu anladı. Yine Tychsen'den bağımsız olarak kelime ayracını farkede-rek, ilk versiyonun alfabetik, ikincisinin hece sistemi ve üçüncünün de ideografik olarak yazıldığını söyledi. Tam olarak gerçeği yansıtmasa da bu doğru yönde atılmış bir adımdı. Münter aynı zamanda üç dilin de aynı şeyi anlattığını ileri sürdü ve metinde geçtiğini tahmin ettiği "kral" ve "kralların kralı" ifadelerini doğru yerinde buldu. Onu bu tahmine götüren, gelişimde yepyeni bir kapının aralanmış olmasıdır.
Münter'in en büyük buluşu, ilk versiyonun bölgenin dili olan Ahamenid sülalesi krallarına ait olması gerektiği ve bunun da iran'da o dönemde yaygın olan Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zent-Avesta'nın diline yakın olabileceğini düşünmesi oldu. Daha önce 1771 yılında A. Duperron Zent-Avesta'nın çevirisini yapmış ve bir gramer eskizini de ortaya koymuştu. Onu izleyen Silvestre de Sacy îran eski eserleri üzerine yayınladığı bir kitapta Nakş-i Rüstem'deki Sasani kralına ait bir yazıtı incelemiştir. Hellenistik dönemden sonra Rönesansı izleyen Keşif Çağı'ndan sonra Avrupalı gezginler, Ahamenid sülalesi dönemine ait Persli kralların kayalara oyulmuş kabartmalarını ve yazıtlarını ziyaret etmeye başladılar. Çivi yazılı yazıtlar hakkında birşeyler yazan ilk kişi, 1621'de kopya ettiği 5 çivi yazısı işaretini bir mektupla Şi-raz'dan Napoli'deki bir arkadaşına gönderen, Pietro della Valle olmuştur. 1666'yı izleyen yıllarda Jean Chardin, Perse-polis ve diğer yerleşimleri dolaşmış, burada kopya ettiği bir
414 satırdan oluştuğu bölümünün kopyalanması, Rawlin-son'un on yılına mal oldu. Bu yazıt sayesinde Eski Pers dili ve yazı sistemine Grotefend'den çok daha emin ve bilinçli bir şekilde eğilme şansını yakalayan Rawlinson, çalışmalarını hızlı bir şekilde sürdürdü ve bu çabalarının sonucunu, yine Yunan tarihinden yaptığı karşılaştırmalarla, Darius'un egemenliği altındaki halkların ve kralların isimlerini metindeki yerlerinde saptayarak aldı. Avesta dili ve Sanskritçe hakkındaki bilgileriyle, Eski Persçe'nin bu dillerle olan ilgisini farketmesi, kelime anlamlarını ve gramatikal özellikleri bulmasına yardım etti. Rawlinson'un 1846 yılında Bisutun anıtı Eski Persçe bölümünün çözümünü tamamlayarak yayınlaması, bilinmeyen dillerin çözüm araştırmalarında bir dönüm noktası oluşturdu.
Bu başarı Rawlinson'u 1844-47 yılları arasında, bu sefer anıtın Elamca ve Babilce versiyonlarını kopyalamaya sevk etti. Ahamenid dönemi Elamca'sının 123 karakter içermesi nedeniyle, alfabetik olmadığı belliydi. Elde çözülmüş Eski Persçe metin olduğu için, önce orada geçen isimler Elamca'ya uygulanmaya çalışıldı. Ancak dillerdeki fonetik yapı değişik olduğu için, örneğin bugünkü bilgimizle, Yunanca Hystas-pes isminin Eski Persçe vi-i-sa-a-ta-a-sa-pa-ha-ya-a, Elamca mMi-is-da-âs-ba, Babilce mUs-ta-as-pa şeklinde yazıldığı göz önüne alınırsa, bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığı anlaşılır. Ayrıca Eski Persçe'ye yardım eden Avestan ve Sanskrit dilleri örneğinde olduğu gibi, maalesef Elamca'nın hiç bir akrabasının saptanamaması, zorluğun bir başka yönünü oluşturuyordu. Daha önce Grotefend'in de erkek şahıs isimleri önüne gelen dikey bir çivi ile ifade edildiğini belirlediği Elam çivi yazı sistemi, ancak bir başka uzman olan Edward Hincks ile birlikte daha çok Babilce versiyon üzerinde yoğunlaşan Rawlinson'un not defterleri ve çalışmalarını verdiği Edwin Norris tarafından, 1855 yılında çözümlenebildi. Norris'in büyük bir başarıyla, Rawlinson'un saptadığı 40 özel ismi 90'a çıkarabilmesine rağmen, bu dilin halen bilinmeyen pek çok yönü vardır.
Rawlinson ve Hincks'in çalışmalarını Babilce üzerinde yoğunlaştırmakta haklı sebepleri vardı. Çünkü bu dilin, geçen yıllar içinde Mezopotamya'da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan sayısız tabletlerle ilişkili bir dil olma olasılığı yüksek görünüyordu. Çözüm için yine Ahamenid yazıtlarından yola çıkılmalı ve Bisutun anıtında saptanan özel isimler bu versiyondaki yerlerinde aranmalıydı. Ama bunu yapmak ta söylendiği kadar kolay olmadı. Herşeyden önce yazıda 300'den fazla işaret vardı ve kelime ayracı kullanılmamıştı. Bugün bizim varlığını bildiğimiz, kelimelerin kimi zaman fonetik, kimi zaman logografik, kimi zaman da her ikisinin karıştırıldığı yazımlarla ifade edilmeleri, onları her seferinde şaşkınlığa uğratıyor ve bir çözüm sistemi bulabilmelerini zorlaştırı-yordu. Bu noktada Grotefend'in çözdüğü Xerxes yazıtının Babilce versiyonu biraz kolaylık sağladı. Yine Grotefend'in saptadığı erkek isimleri önünde kullanılan determinatifle isimler ayrıştırılabilince, Eski Persçe'sinde 4 işaretle ifade edilen, "kral" kelimesi için sadece l, "büyük" ifadesi için de 2 işaret kalıyordu. Bunun nedeni Babilce sarru "kral" kelimesi yerine, bunun Sümerce'den alınmış logografik şekli LUGAL'in kullanılmış olmasıdır, rabu "büyük" ise, Sümerce-si olan GAL'in arkasına, rabu şeklinde okunması gerektiğini gösteren, fonetik tamamlayıcısı u ile birlikte yazılıp, G AL-u şeklinde yazıya geçirilmişti. Bisutun yazıtında ise matu "ülke", yine Sümerce KUR ile yazılmış, bunun çoğul hali KUR.KUR şeklinde tekrarlanmışken, bir de Sümerce çoğul eki MES eklenmişti. Bütün bunların bir anda farkına varılması hemen hemen imkânsızdı.
Çözümün böylesine tıkandığı bir noktada, ilk olarak 1845'te Isidor Löwenstein, dikkatleri bu dilin Semitik olabileceği noktasına çekti. Ama bu yazıda, bilinen diğer Semitik diller Arapça ve ibranca'da olduğu gibi, vokallerin önem taşımadığı bir sistem olduğunu öne sürerek, sadece bir r harfi için 7 değişik işaret saptaması, onu yanlış bir yola soktu. Onun hipotezindeki bu hatayı farkederek işaretlerin sessiz harfleri değil, sesli ve sessiz harflerin birarada yazıldığı heceleri yansıttığını saptayan, Hincks oldu ve 1850 yılında bu görüşünü açıkladı. Hincks, ab, da gibi basit hecelerin yanısıra, mur, kân gibi kompleks hecelerin de varolduğunu, bunların yeri geldiğinde mu-ur veya ka-an şeklinde de yazılabileceklerini, daha önemlisi bazı işaretlerin bir hece değerine karşılık gelmelerinin yanısıra, tek başlarına bir kelime yerini tuttuklarını ve işlevindeki geniş alanı keşfettiği determinatif olarak kullanılabileceklerini de kanıtladı.
Önemli bir başka keşfin sahibi de Korsabad'da Sargon'a ait sarayın kazısını yürüten, Botta oldu. Botta, elindeki sayısız malzemeyi kullanarak, bir metnin içinde aynı kelimenin, hem tek bir işaretle logografik, hem de açık şekliyle hece işaretleriyle yazılabileceğini gösterdi. Onun bu buluşuyla, nihayet logografik kelimelerin gerçek okunuşlarını saptamak mümkün olabildi.
Çözüme son bir önemli katkı, yine Rawlinson'dan geldi. O da farkedilmesi hiç te kolay olmayan, bir hecenin birden fazla hece değerine sahip olabileceği idi. Biraraya getirdiği bütün bu ipuçlarıyla, Bisutun'un Babilce versiyonunu da 1851 yılında yayınladı. Yazıtta saptadığı işaret değerlerinin çoğu bugün de geçerlidir ve kullandığımız işaret listelerinin temelini teşkil ederler.
Babil ve Asurlular'ın dillerinde sayısız belge, özellikle sözlük listeleri bırakmış olmaları, giderek çivi yazısının daha iyi tanınmasını sağladı. Paleografi adını verdiğimiz, işaretlerin farklı dönemlerde geçirdikleri değişimleri inceleyen bilim dalının ilk çalışmalarını başlatan da, yine Hincks oldu.
Konuya uzak kalan bilim adamları ise, çağdaş yazı sistemlerinde bulunmayan, çok değerlilik ve logografik kullanımları şüphe ile karşılıyor ve bu yeni bilim dalına pek güvenmiyorlardı. Bunun üzerine Londra'daki Royal Asiatic Society, çözüm sisteminin geçerliliğinin kanıtlanabilmesi için, Asur'da bulunmuş, Asur kralı I. Tiglat-pileser'e ait, döneminin faaliyet ve olayları hakkında bilgi veren, 793 satirli sekiz yüzlü kil prizmayı kullanmaya karar verdi. (Bkz. Resim VI.) Bu sırada Rawlinson, Hincks'in yanısıra, yine iki uzman olan Oppert ve Talbot ta tesadüfen Londra'da bulunuyorlardı. Bu uzmanların herbirine metnin birer kopyası verildi ve özellikle birbirleriyle ilişki kurmamaları rica edilip, çözümlerini kapalı zarflar içinde teslim etmeleri istendi. Yapılan karşılaştırmalar sonucunda dört çözüm de önemli oranda birbiriyle tutarlılık gösterince, çivi yazısı çözüm sistemini bilimsel olarak yayınlayabilmek için hiç bir engel kalmadı.
19- yy.'m ikinci yarısı ve 20. yy. başlarında yapılan araştırmalar, Assiroloji'yi değerli bir filolojik bilim dalı haline getirdi. Mezopotamya'nın yanısıra, Anadolu'da da başlatılan kazı çalışmaları, yine bu yazı sistemi ile yazılmış, ancak farklı diller içeren binlerce tableti gün ışığına çıkardı. Ancak Babil ve Asur, daha doğrusu Akkad çivi yazısının kanıtlanmasından sonraki evreler için, deşifre etmek veya çözmek deyimlerini kullanmak pek doğru olmaz. Çünkü bir yazı sisteminin okunabilmesi ile içerdiği dilin anlaşılabilmesi arasında çok büyük bir fark vardır. Bunu hiç yabancı dil bilmeyen bir Türk araştırmacının Çince ve ingilizce karşısındaki konumuna benzetebiliriz. Yazı sistemi hakkında hiçbirşey bilmediği Çince karşısında çaresiz kalırken, dilini anlamasa da, Latin alfabesi ile yazılmış olduğu için, ingilizce'yi en azından okuma şansına sahip olacaktır. Bu noktada uzmanlar ve bilim adamları artık iki önemli anahtarın kendilerine yardımcı olmasını beklediler. Çift, üç veya daha çok dilde yazılmış tabletlerin bulunması ve okunabilen dilin yaşayan başka dillerle olan akrabalık ilişkilerinin ortaya çıkarılması.
Nitekim Babilliler tarafından, rahip okullarında, benzetme yerindeyse, Ortaçağ Latincesi gibi öğretilen Sümerce'nin, daha o dönemde ölmüş olmasına rağmen, sayısız dini, mitolojik ve edebi metinlerde Babilce çevirileri ile kopya edilmesi ve sözlük listeleri ile gramere ait özelliklerinin de kaydedilmiş olması, dilin anlaşılmasında kolaylık sağladı. Son yıllarda sayıları artan çift dilli metinlerle hakkında giderek daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Hurrice ise, ilk dönemlerde ancak Tuşratta'nın Mısır'a gönderdiği Hurrice mektubunun içerik açısından ona benzerlik gösteren Akkadça mektuplarıyla yapılan karşılaştırmalarla biraz okunabildi. Onunla yakınlığı saptanan Urartuca'nın anlaşılmasına ise, kısmen yapılan karşılaştırmalar, kısmen basmakalıp tekrarlanan logografik ve fonetik yazımların bir arada kullanılmış olması, kısmen de bulunan Urartuca-Asurca çift dilli yazıtlar yardım etti.
Hititçe metinlerin okunması ise, diğerlerine oranla çok daha sansasyonel oldu. 1906 yılında Boğazköy'de başlayan kazılarla ortaya çıkarılan onbinlerce tablet, Eski Babil yazı sistemi kullanılmış olduğu için, kolayca okundu. Ancak kullandığı dil, hiç te çivi yazısı kullanan diğerlerine benzemiyordu. Bulunan çift ve üç dilli metinler ve sözlük tabletleri de, diğer metin gruplarında çok seyrek geçen sözcüklerin, özellikle gramatikal yapılarının, anlaşılmasına yardımcı olamıyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Profesör Bedrich Hrozny, Hititçe metinler üzerinde çalışmaya başladı. Yaptığı bazı etimolojik çalışmalar ve benzer kelimeler, şaşırtıcı bir şekilde onu bu dilin bir Hint-Avrupa dili olabileceği düşüncesine götürdü. Aslında bu görüş, daha önce, 1902 yılında, Tell-el-Amarna'da bulunan 2 Hititçe tablet üzerinde çalışan, J.A. Knudtzon tarafından da öne sürülmüş, ancak bu buluş, diğer bilim adamları arasında kendine hiç yandaş bulamadığı için, ciddiye alınmamıştı. Hrozny'nin özellikle üzerinde durduğu bir cümlede, Hititçe watar "su" (Almanca "Wasser", ingilizce "water") ve Hititçe ed- "yemek" (Almanca "essen", Latince "edere") kelimelerini saptaması, onu daha cesaretlendirdi. Burada hemen şunu belirtelim ki, dillerarası akrabalıkların saptanmasında, sadece kelimelerin yarattığı çağrışımlar, tek başlarına belirleyici bir kriter oluşturamazlar. Günümüzde de bu bağları kurabilmek isteyen pek çok kişinin yanılmasına yol açan bu metod, nitekim ilk çalışmalarında bulduğu doğru karşılıkların yanısı-ra, Hrozny'e de hata yaptırdı. Herşeye rağmen değerini azaltmayacak bu buluşunu 1915'te Berlin'de sundu ve 1917 yılında da bir kitapla yayınladı. Kitabın eksik ve hatalı yönleri de 1920 yılında bir Hint-Avrupa bilimcisi olan Ferdinand Sommer tarafından tamamlandı.
Bugün halen yoğun biçimde sürdürülen kazı çalışmaları ve filolojik araştırmalar, her çivi yazılı dilin ayrı bir bilim ve uzmanlık dalı olarak gelişmesini sağlamıştır. Bilinmeyene karşı duyulan bu ilginin yoğunluğu ,her geçen gün bilgi birikimimize yeni ürünler katan araştırmalarla, hiç şüphesiz halen çözülememiş ya da hakkında çok az şey bildiğimiz yazı sistemleri ve dillerin de gün ışığına çıkarılmasına olanak tanıyacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder