25 Şubat 2016 Perşembe

Pers Çivi Yazısı

Eski Persçe'nin çözümü için gerekli olan yeterli sayıdaki yazıtı Carsten Niebuhr biraraya getirmiştir. 1765'te Persepolis'e gidip üç hafta kalarak aldığı net ve doğru kopyalar, daha sonra çözümde büyük rol oynadı. Bir kısmının ilk defa yayınlandığı metinlere dayanarak Niebuhr, ilk olarak yazıtların üç farklı versiyon içerdiğini söylemiştir. Niebuhr'un kopyalarını ilk kullanan Doğu Bilimcisi Olav Gerhard Tychsen, şimdi bizim Eski Persçe'de kullanıldığını bildiğimiz bir yatay çivinin kelime ayracı olarak kullanıldığını ve yazı sisteminin üç ayrı dil içerdiğini farketti. 1802 yılında Friedrich Münter, üç dilli yazıtların Ahamenid krallarına ait olduğunu anladı. Yine Tychsen'den bağımsız olarak kelime ayracını farkede-rek, ilk versiyonun alfabetik, ikincisinin hece sistemi ve üçüncünün de ideografik olarak yazıldığını söyledi. Tam olarak gerçeği yansıtmasa da bu doğru yönde atılmış bir adımdı. Münter aynı zamanda üç dilin de aynı şeyi anlattığını ileri sürdü ve metinde geçtiğini tahmin ettiği "kral" ve "kralların kralı" ifadelerini doğru yerinde buldu. Onu bu tahmine götüren, gelişimde yepyeni bir kapının aralanmış olmasıdır.

Münter'in en büyük buluşu, ilk versiyonun bölgenin dili olan Ahamenid sülalesi krallarına ait olması gerektiği ve bunun da iran'da o dönemde yaygın olan Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zent-Avesta'nın diline yakın olabileceğini düşünmesi oldu. Daha önce 1771 yılında A. Duperron Zent-Avesta'nın çevirisini yapmış ve bir gramer eskizini de ortaya koymuştu. Onu izleyen Silvestre de Sacy îran eski eserleri üzerine yayınladığı bir kitapta Nakş-i Rüstem'deki Sasani kralına ait bir yazıtı incelemiştir. Hellenistik dönemden sonra Rönesansı izleyen Keşif Çağı'ndan sonra Avrupalı gezginler, Ahamenid sülalesi dönemine ait Persli kralların kayalara oyulmuş kabartmalarını ve yazıtlarını ziyaret etmeye başladılar. Çivi yazılı yazıtlar hakkında birşeyler yazan ilk kişi, 1621'de kopya ettiği 5 çivi yazısı işaretini bir mektupla Şi-raz'dan Napoli'deki bir arkadaşına gönderen, Pietro della Valle olmuştur. 1666'yı izleyen yıllarda Jean Chardin, Perse-polis ve diğer yerleşimleri dolaşmış, burada kopya ettiği bir

414 satırdan oluştuğu bölümünün kopyalanması, Rawlin-son'un on yılına mal oldu. Bu yazıt sayesinde Eski Pers dili ve yazı sistemine Grotefend'den çok daha emin ve bilinçli bir şekilde eğilme şansını yakalayan Rawlinson, çalışmalarını hızlı bir şekilde sürdürdü ve bu çabalarının sonucunu, yine Yunan tarihinden yaptığı karşılaştırmalarla, Darius'un egemenliği altındaki halkların ve kralların isimlerini metindeki yerlerinde saptayarak aldı. Avesta dili ve Sanskritçe hakkındaki bilgileriyle, Eski Persçe'nin bu dillerle olan ilgisini farketmesi, kelime anlamlarını ve gramatikal özellikleri bulmasına yardım etti. Rawlinson'un 1846 yılında Bisutun anıtı Eski Persçe bölümünün çözümünü tamamlayarak yayınlaması, bilinmeyen dillerin çözüm araştırmalarında bir dönüm noktası oluşturdu.


Bu başarı Rawlinson'u 1844-47 yılları arasında, bu sefer anıtın Elamca ve Babilce versiyonlarını kopyalamaya sevk etti. Ahamenid dönemi Elamca'sının 123 karakter içermesi nedeniyle, alfabetik olmadığı belliydi. Elde çözülmüş Eski Persçe metin olduğu için, önce orada geçen isimler Elamca'ya uygulanmaya çalışıldı. Ancak dillerdeki fonetik yapı değişik olduğu için, örneğin bugünkü bilgimizle, Yunanca Hystas-pes isminin Eski Persçe vi-i-sa-a-ta-a-sa-pa-ha-ya-a, Elamca mMi-is-da-âs-ba, Babilce mUs-ta-as-pa şeklinde yazıldığı göz önüne alınırsa, bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığı anlaşılır. Ayrıca Eski Persçe'ye yardım eden Avestan ve Sanskrit dilleri örneğinde olduğu gibi, maalesef Elamca'nın hiç bir akrabasının saptanamaması, zorluğun bir başka yönünü oluşturuyordu. Daha önce Grotefend'in de erkek şahıs isimleri önüne gelen dikey bir çivi ile ifade edildiğini belirlediği Elam çivi yazı sistemi, ancak bir başka uzman olan Edward Hincks ile birlikte daha çok Babilce versiyon üzerinde yoğunlaşan Rawlinson'un not defterleri ve çalışmalarını verdiği Edwin Norris tarafından, 1855 yılında çözümlenebildi. Norris'in büyük bir başarıyla, Rawlinson'un saptadığı 40 özel ismi 90'a çıkarabilmesine rağmen, bu dilin halen bilinmeyen pek çok yönü vardır.

Rawlinson ve Hincks'in çalışmalarını Babilce üzerinde yoğunlaştırmakta haklı sebepleri vardı. Çünkü bu dilin, geçen yıllar içinde Mezopotamya'da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan sayısız tabletlerle ilişkili bir dil olma olasılığı yüksek görünüyordu. Çözüm için yine Ahamenid yazıtlarından yola çıkılmalı ve Bisutun anıtında saptanan özel isimler bu versiyondaki yerlerinde aranmalıydı. Ama bunu yapmak ta söylendiği kadar kolay olmadı. Herşeyden önce yazıda 300'den fazla işaret vardı ve kelime ayracı kullanılmamıştı. Bugün bizim varlığını bildiğimiz, kelimelerin kimi zaman fonetik, kimi zaman logografik, kimi zaman da her ikisinin karıştırıldığı yazımlarla ifade edilmeleri, onları her seferinde şaşkınlığa uğratıyor ve bir çözüm sistemi bulabilmelerini zorlaştırı-yordu. Bu noktada Grotefend'in çözdüğü Xerxes yazıtının Babilce versiyonu biraz kolaylık sağladı. Yine Grotefend'in saptadığı erkek isimleri önünde kullanılan determinatifle isimler ayrıştırılabilince, Eski Persçe'sinde 4 işaretle ifade edilen, "kral" kelimesi için sadece l, "büyük" ifadesi için de 2 işaret kalıyordu. Bunun nedeni Babilce sarru "kral" kelimesi yerine, bunun Sümerce'den alınmış logografik şekli LUGAL'in kullanılmış olmasıdır, rabu "büyük" ise, Sümerce-si olan GAL'in arkasına, rabu şeklinde okunması gerektiğini gösteren, fonetik tamamlayıcısı u ile birlikte yazılıp, G AL-u şeklinde yazıya geçirilmişti. Bisutun yazıtında ise matu "ülke", yine Sümerce KUR ile yazılmış, bunun çoğul hali KUR.KUR şeklinde tekrarlanmışken, bir de Sümerce çoğul eki MES eklenmişti. Bütün bunların bir anda farkına varılması hemen hemen imkânsızdı.

Çözümün böylesine tıkandığı bir noktada, ilk olarak 1845'te Isidor Löwenstein, dikkatleri bu dilin Semitik olabileceği noktasına çekti. Ama bu yazıda, bilinen diğer Semitik diller Arapça ve ibranca'da olduğu gibi, vokallerin önem taşımadığı bir sistem olduğunu öne sürerek, sadece bir r harfi için 7 değişik işaret saptaması, onu yanlış bir yola soktu. Onun hipotezindeki bu hatayı farkederek işaretlerin sessiz harfleri değil, sesli ve sessiz harflerin birarada yazıldığı heceleri yansıttığını saptayan, Hincks oldu ve 1850 yılında bu görüşünü açıkladı. Hincks, ab, da gibi basit hecelerin yanısıra, mur, kân gibi kompleks hecelerin de varolduğunu, bunların yeri geldiğinde mu-ur veya ka-an şeklinde de yazılabileceklerini, daha önemlisi bazı işaretlerin bir hece değerine karşılık gelmelerinin yanısıra, tek başlarına bir kelime yerini tuttuklarını ve işlevindeki geniş alanı keşfettiği determinatif olarak kullanılabileceklerini de kanıtladı.

Önemli bir başka keşfin sahibi de Korsabad'da Sargon'a ait sarayın kazısını yürüten, Botta oldu. Botta, elindeki sayısız malzemeyi kullanarak, bir metnin içinde aynı kelimenin, hem tek bir işaretle logografik, hem de açık şekliyle hece işaretleriyle yazılabileceğini gösterdi. Onun bu buluşuyla, nihayet logografik kelimelerin gerçek okunuşlarını saptamak mümkün olabildi.

Çözüme son bir önemli katkı, yine Rawlinson'dan geldi. O da farkedilmesi hiç te kolay olmayan, bir hecenin birden fazla hece değerine sahip olabileceği idi. Biraraya getirdiği bütün bu ipuçlarıyla, Bisutun'un Babilce versiyonunu da 1851 yılında yayınladı. Yazıtta saptadığı işaret değerlerinin çoğu bugün de geçerlidir ve kullandığımız işaret listelerinin temelini teşkil ederler.

Babil ve Asurlular'ın dillerinde sayısız belge, özellikle sözlük listeleri bırakmış olmaları, giderek çivi yazısının daha iyi tanınmasını sağladı. Paleografi adını verdiğimiz, işaretlerin farklı dönemlerde geçirdikleri değişimleri inceleyen bilim dalının ilk çalışmalarını başlatan da, yine Hincks oldu.

Konuya uzak kalan bilim adamları ise, çağdaş yazı sistemlerinde bulunmayan, çok değerlilik ve logografik kullanımları şüphe ile karşılıyor ve bu yeni bilim dalına pek güvenmiyorlardı. Bunun üzerine Londra'daki Royal Asiatic Society, çözüm sisteminin geçerliliğinin kanıtlanabilmesi için, Asur'da bulunmuş, Asur kralı I. Tiglat-pileser'e ait, döneminin faaliyet ve olayları hakkında bilgi veren, 793 satirli sekiz yüzlü kil prizmayı kullanmaya karar verdi. (Bkz. Resim VI.) Bu sırada Rawlinson, Hincks'in yanısıra, yine iki uzman olan Oppert ve Talbot ta tesadüfen Londra'da bulunuyorlardı. Bu uzmanların herbirine metnin birer kopyası verildi ve özellikle birbirleriyle ilişki kurmamaları rica edilip, çözümlerini kapalı zarflar içinde teslim etmeleri istendi. Yapılan karşılaştırmalar sonucunda dört çözüm de önemli oranda birbiriyle tutarlılık gösterince, çivi yazısı çözüm sistemini bilimsel olarak yayınlayabilmek için hiç bir engel kalmadı.

19- yy.'m ikinci yarısı ve 20. yy. başlarında yapılan araştırmalar, Assiroloji'yi değerli bir filolojik bilim dalı haline getirdi. Mezopotamya'nın yanısıra, Anadolu'da da başlatılan kazı çalışmaları, yine bu yazı sistemi ile yazılmış, ancak farklı diller içeren binlerce tableti gün ışığına çıkardı. Ancak Babil ve Asur, daha doğrusu Akkad çivi yazısının kanıtlanmasından sonraki evreler için, deşifre etmek veya çözmek deyimlerini kullanmak pek doğru olmaz. Çünkü bir yazı sisteminin okunabilmesi ile içerdiği dilin anlaşılabilmesi arasında çok büyük bir fark vardır. Bunu hiç yabancı dil bilmeyen bir Türk araştırmacının Çince ve ingilizce karşısındaki konumuna benzetebiliriz. Yazı sistemi hakkında hiçbirşey bilmediği Çince karşısında çaresiz kalırken, dilini anlamasa da, Latin alfabesi ile yazılmış olduğu için, ingilizce'yi en azından okuma şansına sahip olacaktır. Bu noktada uzmanlar ve bilim adamları artık iki önemli anahtarın kendilerine yardımcı olmasını beklediler. Çift, üç veya daha çok dilde yazılmış tabletlerin bulunması ve okunabilen dilin yaşayan başka dillerle olan akrabalık ilişkilerinin ortaya çıkarılması.

Nitekim Babilliler tarafından, rahip okullarında, benzetme yerindeyse, Ortaçağ Latincesi gibi öğretilen Sümerce'nin, daha o dönemde ölmüş olmasına rağmen, sayısız dini, mitolojik ve edebi metinlerde Babilce çevirileri ile kopya edilmesi ve sözlük listeleri ile gramere ait özelliklerinin de kaydedilmiş olması, dilin anlaşılmasında kolaylık sağladı. Son yıllarda sayıları artan çift dilli metinlerle hakkında giderek daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Hurrice ise, ilk dönemlerde ancak Tuşratta'nın Mısır'a gönderdiği Hurrice mektubunun içerik açısından ona benzerlik gösteren Akkadça mektuplarıyla yapılan karşılaştırmalarla biraz okunabildi. Onunla yakınlığı saptanan Urartuca'nın anlaşılmasına ise, kısmen yapılan karşılaştırmalar, kısmen basmakalıp tekrarlanan logografik ve fonetik yazımların bir arada kullanılmış olması, kısmen de bulunan Urartuca-Asurca çift dilli yazıtlar yardım etti.

Hititçe metinlerin okunması ise, diğerlerine oranla çok daha sansasyonel oldu. 1906 yılında Boğazköy'de başlayan kazılarla ortaya çıkarılan onbinlerce tablet, Eski Babil yazı sistemi kullanılmış olduğu için, kolayca okundu. Ancak kullandığı dil, hiç te çivi yazısı kullanan diğerlerine benzemiyordu. Bulunan çift ve üç dilli metinler ve sözlük tabletleri de, diğer metin gruplarında çok seyrek geçen sözcüklerin, özellikle gramatikal yapılarının, anlaşılmasına yardımcı olamıyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Profesör Bedrich Hrozny, Hititçe metinler üzerinde çalışmaya başladı. Yaptığı bazı etimolojik çalışmalar ve benzer kelimeler, şaşırtıcı bir şekilde onu bu dilin bir Hint-Avrupa dili olabileceği düşüncesine götürdü. Aslında bu görüş, daha önce, 1902 yılında, Tell-el-Amarna'da bulunan 2 Hititçe tablet üzerinde çalışan, J.A. Knudtzon tarafından da öne sürülmüş, ancak bu buluş, diğer bilim adamları arasında kendine hiç yandaş bulamadığı için, ciddiye alınmamıştı. Hrozny'nin özellikle üzerinde durduğu bir cümlede, Hititçe watar "su" (Almanca "Wasser", ingilizce "water") ve Hititçe ed- "yemek" (Almanca "essen", Latince "edere") kelimelerini saptaması, onu daha cesaretlendirdi. Burada hemen şunu belirtelim ki, dillerarası akrabalıkların saptanmasında, sadece kelimelerin yarattığı çağrışımlar, tek başlarına belirleyici bir kriter oluşturamazlar. Günümüzde de bu bağları kurabilmek isteyen pek çok kişinin yanılmasına yol açan bu metod, nitekim ilk çalışmalarında bulduğu doğru karşılıkların yanısı-ra, Hrozny'e de hata yaptırdı. Herşeye rağmen değerini azaltmayacak bu buluşunu 1915'te Berlin'de sundu ve 1917 yılında da bir kitapla yayınladı. Kitabın eksik ve hatalı yönleri de 1920 yılında bir Hint-Avrupa bilimcisi olan Ferdinand Sommer tarafından tamamlandı.

Bugün halen yoğun biçimde sürdürülen kazı çalışmaları ve filolojik araştırmalar, her çivi yazılı dilin ayrı bir bilim ve uzmanlık dalı olarak gelişmesini sağlamıştır. Bilinmeyene karşı duyulan bu ilginin yoğunluğu ,her geçen gün bilgi birikimimize yeni ürünler katan araştırmalarla, hiç şüphesiz halen çözülememiş ya da hakkında çok az şey bildiğimiz yazı sistemleri ve dillerin de gün ışığına çıkarılmasına olanak tanıyacaktır.

Aztek Piktogramları

Eski imparatorluklardaki mülkiyet ilişkileri aynı zamanda köle ve mal sayımı ve toprak ölçümü gibi gereksinmeler için matematiğin gelişmesini de getirdi. Zamanla yazı bilim, muhasebe, matematik ve astronomi için zorunlu araç oldu. Pozitivist bilimciler için, yazı uygarlığın referans noktasıdır. Elbette, bu evrenselleştirmeyi ve herkese mal etmeyi yapmadan önce, nerede, hangi koşullarda, kimin ve ne için gibi sorulara cevap verilmesi gerekir. Babil’lilerde hesapla “güneşin günde 360 adım atıyor” ile çemberin 360’derece olması belirlendi; Gündüz ve gece 12 saat olarak hesaplandı. Haftanın yedi gün olarak saptanması m.ö. bin ortalarında, gözle görülen yedi büyük yıldızın (güneş, ay ve beş gezegenin) yedi tanrı olarak anlamlandırılmasıyla çıktı. Mısır uygarlığında yıl 365 gün, 12 ay ve geri kalan beş gün bayramlara ayrıldı.
M.Ö. 3 ve 2 binlerde Sümer ve Babil edebi yapıtları siyasal ve ekonomik yazıtların yanında, özellikle dini içerikli ve dolayısıyla insanın düşünce tarzını ve ideolojik biçimlenmesini sağlayan yazıt biçimleridir. Yazıtlar büyük çoğunlukla dinsel törenler veya büyüyle ilgilidir. Mitolojilerde de dinsel ilgi egemendir. Resmi dinin mitolojisini sunan Sümer ve Babil edebiyat yapıtlarında birçok folklor (halk mitolojilerinin) motiflerine rastlanır. Babillilerin özdeyiş ve ahlak ilkeleri yapıtlarında da, dini yapıtlarda olduğu gibi, özellikle dinden geçerek sağlanan boyunsunma içeriği hakimdir: “Kurban hayatı uzatır, dua günahtan kurtarır” (Diakov ve Kovalev, 1987:130). Mısır imparatorluklarının da yazılı metinleri öncelikle dinsel merkezlidir ve örneğin piramitlerin, yeraltı ve oyma taş gömütlerinin iç duvarlarına kazınmış büyüsel metinler böyledir. Bunun yanında güçlü bireylerin öz yaşam anlatan din dışı yazıtlar da vardır. Siyasal gündelikler (cronicles) ve yıllıklar Mısır’ın özellikle yeni imparatorluk döneminde siyasal bir tarih biçimine dönüşen, firavunların seferlerini, fetihlerini ve büyük başarılarını anlatırlar. Mısırda Orta imparatorluk döneminde Harpçının Şarkısı ve Ruhuyla Yaşamaktan Yorgun Düşmüş Bir Adamın Diyaloğu gibi yapıtlar (Diakov ve Kovalev, 1987:182) ezilenin ağır yaşam koşulları altındaki karamsarlık ve düş kırıklıklarını dile getirirler.


Hitit Yazısı



İlk yazı tablolar ve listelerle grafik biçimindeydi ve temsil olarak konuşmanın değil kelimelerin temsiliydi. Yazılarda efsaneler, halk öyküleri veya edebi biçimlere rastlanmaz; Babilon’un tapınaklarında ve palaslarında bulunanlar idari ve ekonomik dokümanlardır (Goody, 1977). Sümer imparatorluğunda geliştirilen en ilk yazı ticari amaçlı yazıdır: Taşınan mallara bağlanmış, malların hüviyetini belirleyen ve kişisel mühürü taşıyan kil etiketler bu ilk yazı biçimlerini temsil eder. Sonradan, kimlik belirlemede malları resimlerle temsil edilen listeler ve gönderenlerin yazılı imzaları kullanılmaya başlandı. İsim ve maddelerin detaylarını taşıyan tabletler yevmiye defterlerinin, mizanların ve muhasebe defterlerinin gelişmesine önderlik etti. Bu tür yazı sistemi kamu ekonomisi ve yönetimi ihtiyaçlarından yükselen bir temele dayanır. Dolayısıyla, ilk yazı biçimleri gelişen bürokratik yapılarda ekonomik ve yönetim amaçlarla kullanılmıştır.
Yazılardaki listeler malların listesi olarak kalmadı; faturalar, hesaplar, tarihler, malın cinsi, iş adı ve çalışanların ismi, mühürler olarak gelişti. Siyasal yönetim alanında imparatorluklar arasındaki anlaşmaların, üst zümreler arasındaki mektuplar, imparatorluğun yönetimindeki olaylar, yasalar, boşanma kuralları, yeminler, serbest bırakma kontratı, tarihi olayları sıralayan yıllıklar, dini vahiyler, kronolojiler, savaş hikayeleri ve kontratlar biçiminde gelişti. Bu gelişme bugün “tarih” dediğimiz kavramın başlangıcıdır. Bunun yanında kelime listelerin, olayların listesinin uzantısı olarak ortaya çıkması kategorileştirme ve bilginin gelişmesine önderlik etti (Goody, 1977).

Mısır Papirüsü

Yazıların içeriği ve biçimi
Yazının icadı “zamanı gelmiş olan bir fikir” değil, fakat üretim koşullarının zorladığı bir yenilik-buluştur. Yazının içeriği kaçınılmaz olarak bu yeniliği arayan koşulların gereksinimini giderecek görevi ve içeriği taşıyacaktır. Eski imparatorlukların yazı sistemleri o zamanların kültürel ve mental dünyasını anlamada önemli rol oynadığı belirtilir, fakat yazının gerçek önemi ekonomik, yönetim ve ticaret alanındaki anlamında yatar. Tapınakların geniş kaynakları denetlemeleri gerekliydi; gelirler hesaplanmalıydı; genişleyen kaynak temeli için tek bir kontrol sağlanmalıydı.(Childe, 1967).
Eski İmparatorluklardan kullanılan metinler oldukça çeşitlilik göstermektedir. Bunların çoğunluğunu siyasal yönetim güçlerinin belgeleri oluşturmaktadır. Babil, Mezopotamya, Hitit ve Asur krallarının yasaları siyasal ve ekonomik ilişkileri, kölelik ve mülkiyet haklarını belirler ve düzenlerler. Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarının yazıtlarındaki belgelerde memur raporları, satın alma senetleri, vasiyetler, mübadele senetleri, kral mektupları ve komşu uluslar arasındaki ilişiler, eski imparatorluk düzenlerinin toplumsal yapısı ve ilişkileri hakkında bilgi verirler. Asurluların Harran envanteri adıyla anılan belge, hayvanlar, sulama araçları ve köleleri de içeren ve Asurluların sömürge topraklarını kapsayan bir liste sunar (Diakov ve Kovalev, 1987). Hitit kroniklerinde olduğu gibi tarihsel metinler uluslararası egemenlik ilişkilerini öykülerler.
Yazının ilk gereksinim duyulduğu ve kullanıldığı alan ekonomik konum olduğu için, bu alandaki içerik, malın hüviyeti, mülkiyetin belirlenmesi, imza, mal listesi, malın sınıflandırılması, mübadelenin kaydı, hesap kaydı vb. biçimleri içerir. Yazının sonradan siyasal\dini yönetimde kullanılmasıyla, ekonomik içeriğe siyasal yönetim içeriği de eklenmiştir. Bu içerikleri Anadolu uygarlıklarından kalan yazıtlarda (örneğin tabletlerde) oldukça bol görürüz. İçerik egemenliğin kendini ifadesidir ve egemenlik altındakinin sözü veya istemi yer almaz. Egemenlik altındakilerin istemleri ve davranışları, bu yazıtlarda düzenlenir. Örneğin Hammurabi (m.ö. 1792-1750) yasaları Babil imparatorluğunun kölelik sistemini yasal bir çerçeveye oturtmuştur. Hammurabi yasalarında amaç, örneğin egemen kalabilmek için kölelikte köleliği adil gösteren adalet getirmekti (Erdoğan, 1997a). Anadolu’nun eski uygarlıklarının “yazılı edebiyatı” güç merkezinin kendini anlatımıdır. Mısır’ın en eski egemenlik edebiyatı Piramit yazıtlarıydı. Bunlar firavunların mezarlarının duvarlarındaydı. Bu yazıtlarda firavunun tanrı olduğu tekrar tekrar iletilir. Eski dönemden sonraki edebiyatta yazıtların popülerleştiği görünür: Bu yazıtlarda günün kötülüklerine karşı protestolar, sosyal adalet talepleri, romantik heyecanlar, kadın, şarap ve şarkılar işlenmiştir. Elbette işleyenler Mısır halkı değil, “yazmayı bilen” ve “böyle yazması” istenenlerdir.


Fenike Yazısı ve Alfabesi


Mısırlılar M.Ö. 3100 yıllarında hiyeroglifleri geliştirdiler ve alfabe tipine geçmediler. Bilgi tekeli taş üzerine yazı ve hiyeroglifler merkezindeydi. Mısırlılar M.Ö. 2500 sıralarında ana yazı aracı olarak taş ve ağaç yerine papirüs ve fırça kullanmaya başladılar. Böylece yazıyla iletişim aracında uzay içinde “taşınabilirlilik” kolaylığı sağlandı. Papirüs kütüphaneleri kuruldu. Yazı sanatının bu gelişimiyle katiplik mesleği gelişti. Hiyeroglif önce gerçek objeleri anlattı, ardından fikirler ve heceleri anlatmak için kullanıldı. Mısır yazısı m.ö. iki binlerin ikinci yarısında 24 sessiz harfli alfabeden oluşan Fenike yazısının gelişmesine model oldu. Bu alfabeden Sami oradan da Latin alfabesi oluştu. Yunanlılar M.Ö. 200 yılında hayvan derisinden parşömeni geliştirdiler. M.S. 150’de ilk kez, parşömen, yuvarlak rulo yapma yerine, kitap yapmak için sayfalar içine katlandı. Çin’de, yazılı iletişim aracının geliştirilmesine tekstilden yapılan kağıt eklendi. Tekstil parşömenden daha ucuz bir hammaddeydi ve bu da kağıt üretimi fiyatlarını düşürdü. Sonradan, lambanın siyah isinden yapılan mürekkep yazı biçimine yeni bir tarz kazandırdı. Çinliler M.S. 105’de kağıt ve mürekkep yapmaya başladılar. M.S. 450’den sonra Asya’da “blok basım” kullanılmaya başlandı. 868’de en eski blok basımlı kitap Diamond Sutradır. Katipler ustalıklarını artırmaya başladılar. 8. yüzyılda Bağdat’ta ve 9. yüzyılda Mısırda İslam rejimi kağıt üretimini yaygınlaştırdı. Onuncu yüzyılda kağıt üretimi hızla yayılmaya başladı. Avrupa’da ise, kilisenin egemenliğindeki orta çağlara ulaşıldığında, yazı ve bilim tümüyle kilisenin tekelinde ve kontrol undaydı.

Nedir çivi yazısı?

 Tarihin çok eski çağlarında ön Asya'nın birçok bölgelerindeki kavimlerin kullandığı bir yazı şeklidir. Yatay ve dikey çizilmiş çizgilerden meydana gelme bir yazıdır. Çizgilerin ucunda çivi başı gibi üç köşe başlar vardır. Eskiçağ'da yaşamış olan Sümer Uygarlığı'nın bulup, geliştirdiği (i.ö. 3500) bir yazı türüdür. Aşağı Mezopotamya'daki tapınakların yöneticileri tarafından hesap tutmak amacı ile icat edilmiştir. Daha önceleri resim yazısı (bir çeşit Hiyeroglif) kullanmakta olan sümerliler, bu yazı türünü geliştirip daha kullanışlı hale getirdiler ve ortaya "Çivi Yazısı" olarak adlandırdığımız yazı türü meydana geldi. Yazı karekterleri yarım  üçgen, birbirine karşı zıt yönde çizilmiş çizgiler, dikey çivi, yatay çivi, aşağı ve yukarı eğik çivi, köşe çengeli, gibi yazılardır. Soldan sağa doğru yazılır. Kil üzerinde bıraktığı izler çivi izine benzediğinden dolayı Arkeologlar tarafından "Çivi Yazısı" olarak adlandırılmıştır. Ortalama iki bin (2000) kadar hece ve kelime işaretine sahip olsa dahi, ortalama bin (1000) kadarı en fazla kullanılanlarıydı.
  Çivi yazısı, zamanla oluşan değişiklikler ve eklemeler ile Akadlar, Elamlılar, Babilliler, Asurlular, Hititliler, Urartular ve en son da Pers imparatorluğu tarafından kullanılmıştır. Çivi yazısının çözümü için ilk kez uğraş veren Georg Friedrick Grotefend (1775-1853) adlı bir Alman tarih öğretmeni oldu. Daha sonra İran’da görevli bir İngiliz subayı olan Henry Creswiche Rewlinson (1810-1895), Kirmanşah yakınlarındaki Bisutun (Behiştun) kayalıklarında bulunan Pers Kralı Büyük Darius’a ait kayakabartmasındaki çivi yazılarının çoğunu çözmeyi başardı. Onun açtığı yoldan ilerleyen bilim adamları, kazılar sonunda açığa çıkan çok sayıdaki belge üzerinde çalışarak çivi yazısını çözdüler.




I. binyılda Urartu krallığı, önce asur dili, daha sonra urartu dili yazmak için çivi yazısını benimsedi (IX.-VII. yy.); Elamlılar, Ahemeni krallarının persçe yazıtları için çivi yazısı benzeri işaretlerden oluşan hece yazısını icat ettiler (VII.-IV yy.). Ancak abecenin ve aramcanın gelişmesi karşısında bu kez akkadca kendi ülkesinde ölü bir dil durumuna düştü; bu nedenle, Babil' in son yerli krallığının düşmesinden sonra (i. Ö. 539) çivi yazısı yalnızca aşağı Mezopotamya'nın kutsal kentlerinden bazılarında tutunabildi;burada da i.S. I.yy.'a kadar kaideli rahipler ve kâhinler, bu yazıyı kullandılar. Çivi yazısı uzun bir süre unutuldu, XVIII. yy. ve XIX. yy. bilginlerinin bu yazıları çözebilmesi için dehalarını ortaya koymaları gerekti. 
Bugün eldeki en eski çivi yazılı belgeler, Mezopotamya’nın Uruk Kenti’nin IV A tabakasında bulundu ve İÖ 3100 yıllarına tarihlendi.Asya kökenli, tek heceli bir dil olan Sümerce, çivi yazısıyla çok kolay yazılırken aynı yazıyı kullanacak olan toplumların dilleri için uygun bir yazı sistemi olmadı. Bu nedenle çivi yazısını kullanan öteki halklar işaretlerde değişiklikler yaptılar.